
Hiç eğitim almayan insanlar bile, içlerindeki yetenekleri gerçekten ortaya koyabildiklerinde
harika şeyler başarabilirler.
Çünkü her insanın mutlaka bir şeye yatkınlığı, bir konuda özel bir yönü vardır.
Önemli olan, bunun farkına varmak ve cesaretle hayata geçirmek.
Sanat sadece teknik değil, sezgi ve içgörü işidir. Ve bazı insanlar, görünmeyeni görebilme
yetisiyle doğar.
Bu yüzden hayatını öğrendiğimde beni en çok etkileyen kişilerden biri Emma Kunz oldu.
Ne bir sanat okuluna gitmişti, ne de bir akademiye bağlıydı. Ama ruhunun derinliğinden gelen
bilgiyle öyle eserler ortaya koymuştu ki,
bugün bile pek çok insan onları sadece ‘resim’ olarak değil, bir tür enerji alanı ya da şifa haritası
olarak görmeye devam ediyor.
Eserlerine her baktığımda içimde bir huzur, bir denge hissi oluşuyor.
Ve fark ettim ki… Mandala dediğimiz şeyin hep Asya’ya ait olduğunu sanırız.
Oysa Emma’nın çizimleri bana başka bir gerçeği gösterdi.
Batı’da bu dili hiç bilmeden, içinden doğurmuş bir kadın var — o da Emma.
Belki de o yüzden bana bu kadar iyi geliyor. Çünkü sezgisiyle çizdiği her şey, insanın iç
dengesine dokunuyor.
Bu yüzden ben ona kendi içimde şu ismi veriyorum: Mandalanın Batı’daki annesi.
Ben de Emma Kunz’un hem sanatı hem de içsel yolculuğu beni etkilediği için, onunla ilgili hayal
gücümden çıkan kısa bir hikâye yazmak istedim.
Bu hikâye hem onun eserlerine bir saygı duruşu, hem de içimizdeki görünmeyen yeteneklere bir
çağrı niteliğindedir.
Hikâye: Taşın Kalbi
Lozan’dan gelen sanat tarihçisi kadın, elinde Emma Kunz’un çizimlerinden bir albümle,
sessizliğe bürünmüş eski taş evde çalışıyordu.
Pencereden görünen Alpler’in karlı zirveleri, onun zihnini yatıştırmıyor, aksine derinleştiriyordu.
Albümün tam ortasında bir çizim vardı. Adı: “Werk Nr. 011”
İncecik çizgiler, kusursuz bir simetriyle, merkezde bir figürde birleşiyordu. Sanki bir nabız atıyor
gibiydi.
Kadın, parmaklarını tam merkezdeki şeklin üzerine koydu.
O anda bir titreşim hissetti. Göğsünden yayılan bu titreşim, zamanla odadaki havayı bükmeye
başladı. Gözleri karardı.
Kendini taş bir mağarada buldu. Duvarlardan ışık sızıyordu — ama bu ışık bir kaynaktan değil,
taşın içinden geliyordu.
Ortada duran büyük gri taş, kalp gibi atıyordu.
Ona doğru yürürken bir ses duydu, kadının kendi zihninden gelen ama kendisine ait olmayan bir
ses:
“Her şeyi görmek istiyorsan, merkezde durma. Kenarlardan oku. Çünkü merkez, yalnızca
sonuçtur.”
Kadın taşın yanına geldiğinde, tablodaki merkez figürün taşın üstüne kazınmış olduğunu gördü.
Bir an için elleriyle taşı kavradı. Tüm bedeni ısındı, sonra serinledi. Zihni sustu.
İçindeki ağrıların, kırgınlıkların ve yılların biriktiği yorgunluk çözüldü.
Tam o anda bir kadın silueti belirdi mağaranın köşesinde. Emma Kunz’tu.
Yüzünde kederle karışık bir huzur vardı.
“Ben çizdim, çünkü kelimeler yetmiyordu,” dedi.
“Ama çizdiklerim bana bile ait değil. Her şey titreşimdir. Her şey bir örüntüdür. Senin gelişin
de…”
Kadın bir adım atmak istedi, ama taşın kalp atışı o an durmuş gibiydi.
Sanki o sessizlikte bir başka ses yankılandı mağaranın içinde:
Hiç konuşmayan ama her şeyi söyleyen bir ses…
Kime ait olduğu bilinmeyen ama hep orada olan bir ses:
“Ben hastalığı da yarattım, şifayı da…
Her musibet içinde bir sır taşır.
Sen yalnızca bakmayı değil, görmeyi öğren…
Çünkü şifa, her zaman oradadır.”
Kadının gözleri doldu. O an anladı ki, Emma’nın çizimleri sadece sanat değil, bir duaydı.
Taşa değil, insana dokunuyordu.
Ve o an… O tablo artık sadece bir resim değil, bir ayna olmuştu.
Ve o ayna, ona kendi içindeki iyileşme yolunu gösteriyordu.
Yorumlar kapalı.