Eskiden çocuklar sokaktan korkardı. Şimdi sınıftan korkuyor. Koridordan, sıradan, teneffüsten.
Çünkü artık akran zorbalığı diye geçiştirilen şey, düpedüz bir şiddete, sistematik bir işkenceye dönüştü.
Dövülen çocuklar var. Saçı çekilen, çantası tekmelenen, üstüne tükürülen. Kafasına sandalye fırlatılanlar, yere yatırılıp üzerine çıkanlar… Bu nasıl bir çocukluk?
Bu, korkudan beslenen, kendi ezilmişliğini başkasının canını acıtarak unutmaya çalışan bir kuşağın izini taşıyor. Ve bu kuşak, yalnızca ekrana bakarak büyüdü. Ne sevgiyi gördü ne empatiyi öğrendi. Sadece güce tapan, alkış peşinde koşan, acıya kayıtsız kalan bir kalabalık yetişti.
Bu zorbalığı yapanlar, aslında zavallılıklarını saklıyor. İçindeki boşluğu dolduramayan, kendini bir hiç hisseden çocuklar… Ama unutmamak gerek: Kimse acısını bir başkasının bedenine, ruhuna kazıyarak iyileşemez.
Bu işin adı artık “çocukça sataşma” değil. Bu iş, ruhsal yıkım. Bu iş, cinayetin soğuk basamağı. Çünkü bu çocuklar büyüyecek. Ve içlerindeki yara, bir başkasını yaralamak için yeniden açılacak.
Tarih de susmaz bu konuda.
Ortaçağ’ın cadı avları da bir tür zorbalıktı, sadece kılık değişmişti.
Nazilerin okul bahçelerinde Yahudi çocuklarını dışlaması da…
Bugün okul koridorlarında “eğlence” diye yapılan dayağın, alayların, aşağılama videolarının onlardan farkı ne?
Bir çocuğa şiddet uygulayan, bir toplumu hastalıklı büyütür.
Küçükken merhameti öğrenmeyen, büyüyünce zulüm üretir.
Artık susmak suçtur.
Öğretmenin görmezden gelmesi, ailenin “çocuk işte” diye geçiştirmesi, arkadaşların kahkahayla izleyip paylaşması… Hepsi aynı zincirin halkası.
Ve o zincirin ucunda boğulan masum bir çocuk var.
Ama hâlâ geç değil.
Bir çocuğun canını yakmak değil, kalbini onarmak öğretilmeli.
Küçük yaşta zorba olmak, büyüyünce güçlü olmak değildir.
Gerçek güç, koruyabilmekte gizlidir.
Çünkü bir gün herkes kendi çocukluğuyla yüzleşir.
Ve o gün geldiğinde, elinde taş değil, elini tutacak biri olmalı insanın.