
“Kavağın yanında bir kabak filizi boy verir. Bahar ile birlikte kabak kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlar. Hızla büyür ve neredeyse kavak ağacıyla aynı boya gelir. Kabak bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:
– “Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?”
– “On yılda” demiş kavak.
– “On yılda mı?” diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak.
“Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak…” “Doğru” demiş ağaç, “Doğru.” Günler günleri kovalamış ve sonbahar gelmesi ile rüzgarların başlamasıyla kabak önce üşümeye sonra da yapraklarını düşürmeye başlamış. Soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa:
– “Neler oluyor bana ağaç?”
– “Ölüyorsun…” demiş kavak.
– “Niçin?” demiş, kavak.
– “Benim 10 yılda geldiğim yere, 2 ayda gelmeye çalıştığın için…” demiş.
Güce kavuşunca değişen, empatiyi yitirip burnu havada dolaşan insanlar…
Bu sendromun temelinde yatan şey aslında çok tanıdık: Güç zehirlenmesi. İnsan, eline yetki geçince birdenbire ‘her şeyi bilen’, ‘her zaman haklı olan’, ‘eleştirilemez’ birine dönüşebiliyor. Ve işin kötüsü, bu sadece o kişiyi değil, çevresindeki herkesi yıpratır.
İsterseniz bir düşünün… Hepimizin çevresinde böyle birileri olmuştur: En küçük eleştiride öfkelenen, başkasının fikrini küçümseyen, her başarısını kendi marifeti sanan… Bu insanlar zamanla yalnızlaşır ama farkında bile olmazlar. Çünkü zihinleri öyle bir “ben merkezli” döngüye girmiştir ki, dış dünyayla bağları sadece hayranlık beklentisi üzerinden kurulur.
Spinoza der ki;
“Kibirli bir insan olmaya en çok yaklaşanlar, kendilerinden en çok tiksinenlerdir.”
Hayat garip… Bazen birinin tavrına kızarsın ama nedenini tam koyamazsın. Soğuktur, yukarıdan bakar, söylediklerinin altında sürekli bir “ben daha iyiyim” havası vardır. Bir süre sonra fark edersin ki bu kişi aslında senden çok kendisiyle kavgalıdır. Kibirli gibi görünür ama belki de sadece yaralıdır.
Çevrenizdeki insanlara bakın, kibirli insanların ardında çoğu zaman kendilerini beğenmeyen, yetersiz hisseden, geçmişiyle kavgalı ruhlar olduğunu fark edersiniz.
“Belki de kibir, acının zırhıdır.”
Kibirli insanlar genellikle güçlü görünürler. Ama o gücün içi çoğu zaman boştur. İç dünyasında kendine yetemeyen, değerli hissetmeyen birey, dışarıya kendini olduğundan fazla göstermeye çalışır. O gösteriş, o “ben her şeyi bilirim” tavrı, aslında içteki eksikliği kapatma çabasıdır.
Bu kişiler empati yapamazlar, eleştiriye kapalı, doyumsuz bir yapıya bürünürler. Çünkü içten içe kendilerini onaylamadıkları için, başkalarının onayını da tehdit gibi algılarlar.
Tarih, güce kapılıp bu sendroma yakalanan örneklerle dolu. Firavunlardan diktatörlere, günümüzdeki kibirli CEO’lara kadar… Hepsinin ortak noktası, gücün onları gerçeklikten uzaklaştırması. Çevresindekileri sadece birer araç gibi gören, duymayan, dinlemeyen insanlar haline geliyorlar.
Ama en trajik tarafı şu: Bu kişiler yalnızlaşıyor. Çünkü kibir, en sonunda insanı başkalarından koparıyor.
Spinoza’nın dediği gibi, kibir çoğu zaman kendinden nefretin bir tezahürü. Kendini sevmeyen biri, başkasının mutluluğunu da başarılarını da tehdit olarak görür. Bu yüzden kibir, sadece bir karakter kusuru değil; aynı zamanda ruhsal bir yaradır.
