• ALTIN (TL/GR)
    4.264,20
    % 0,87
  • AMERIKAN DOLARI
    39,8474
    % 0,09
  • € EURO
    46,9735
    % 0,01
  • £ POUND
    54,8088
    % 0,22
  • ¥ YUAN
    5,5622
    % 0,08
  • РУБ RUBLE
    0,5089
    % -0,05
  • BITCOIN/$
    109.134
    % -1,42
  • BIST 100
    9.948,51
    % 5,78

Enflasyonla Savaşın Yolu: Kemer Sıkmak mı, Pastayı Büyütmek mi?

Enflasyonla Savaşın Yolu: Kemer Sıkmak mı, Pastayı Büyütmek mi?

Son bir yıldır Türkiye’nin ekonomi gündemini tek bir kelime domine ediyor: Enflasyon. Mutfaktaki yangından kiralara, ulaşımdan temel ihtiyaçlara kadar hayatın her alanında hissedilen bu sarmal, hepimizin alım gücünü eritti. Bu yangını söndürmek için Merkez Bankası, 2023’ün ortasından itibaren radikal bir politika değişikliğine giderek faizleri art arda yükseltti. Bu “acı ilacın” ardından kamuoyunda sıkça duyduğumuz bir söylem yerleşti: “Maalesef 6-9 ay ekonominin daralmasına ihtiyaç var.”Peki, enflasyonla mücadelenin tek yolu gerçekten de ekonomiyi bilinçli olarak yavaşlatıp, faturayı geniş kitlelere kesmekten mi geçiyor?

Ekonomi Sadece Rakam Değildir, Hayattır

Bu sorunun cevabını ararken, karşımıza iki temel kavram çıkıyor. İlki, ekonomi yönetiminin mevcut politikalarının temelini oluşturan talep enflasyonu. En basit tanımıyla, ekonomideki mal ve hizmetlere olan toplam talebin, üretilen arzı aşması durumudur. Yani, hepimiz cüzdanımızdaki parayla daha fazla mal almak istediğimizde, ancak raflarda o kadar mal olmadığında, fiyatlar kaçınılmaz olarak yükselir. Türkiye’de özellikle geçmişteki düşük faizli kredi genişlemesi ve tüketimi körükleyen politikalar, bu talebi adeta patlattı. Bu teorinin doğal çözümü ise “ekonomiyi soğutmak”tır: Faizleri yükselterek ve kredileri kısarak talebi baskılamak ve böylece fiyat artışlarının hızını kesmek.

Ancak bu soğutma operasyonunun ağır bir maliyeti var. Ekonomik daralma, soyut bir kavram değil; daha az yatırım, kapanan iş yerleri ve en önemlisi, artan işsizlik demektir.[5, 6] Bu maliyetin en ağır yükünü ise yine hanehalkı çekiyor. Zaten yüksek enflasyon, gelirinin büyük kısmını gıda ve barınma gibi temel ihtiyaçlara harcayan dar ve sabit gelirlileri orantısız bir şekilde vuruyor.Dünya Bankası verileri, yoksulluğun en çok bu kesimleri etkilediğini gösteriyor. Bu tablonun üzerine bir de işsizlik ve gelir kaybı eklendiğinde, sosyal dengelerin sarsılması kaçınılmaz hale geliyor. Geçmiş krizlerin Türkiye’de boşanma ve intihar gibi sosyal sorunları artırdığına dair akademik çalışmalar, bu yolun toplumsal maliyetinin ne kadar yüksek olabileceğini bize acı bir şekilde hatırlatıyor.

Peki, ya teşhis eksikse? Son dönemde dünyada ve Türkiye’de de tartışılan bir diğer kavram “greedflation”, yani kâr enflasyonu (veya açgözlülük enflasyonu). Bu görüşe göre, enflasyonun tek sorumlusu talep patlaması değil. Bazı şirketler, artan maliyetleri bahane ederek, maliyet artışının çok üzerinde fiyat artışları yapıyor ve bu kriz ortamını kâr marjlarını fahiş oranda yükseltmek için bir fırsat olarak kullanıyor. Eğer enflasyonun önemli bir kaynağı da bu ise, sadece tüketici talebini ve ücretleri baskılayan bir politika, sorunun sadece bir kısmını hedef alırken, faturayı adaletsiz bir şekilde dağıtmış olur.

Bu noktada alternatif yaklaşımlar devreye giriyor. Enflasyonla mücadele, sadece talebi kısmak zorunda değil. Arz yönlü politikalar, yani ekonominin üretim kapasitesini artırmak, daha kalıcı bir çözüm sunabilir. Bu, verimliliği artıracak teknoloji yatırımları yapmak, tarımsal üretimi desteklemek ve sanayide ithalata olan bağımlılığı azaltacak yapısal reformları hayata geçirmek anlamına gelir. Kısacası, çareyi pastayı küçültmekte değil, herkesin talebini karşılayacak şekilde pastayı büyütmekte aramak.

Şu bir gerçek ki, enflasyonla mücadele etmek mutlaka şart. Yüksek ve istikrarsız fiyat artışlarının olduğu bir ortamda ne sürdürülebilir bir büyüme ne de toplumsal refah mümkün olabilir.[9, 10] Ancak bu mücadelenin nasıl yürütüleceği, sadece bir ekonomi tercihi değil, aynı zamanda bir toplum tercihidir. Seçilen yol, fedakarlığın kimin omuzlarına yükleneceğini, gelir dağılımının daha da bozulup bozulmayacağını ve nihayetinde sosyal dengelerin nasıl şekilleneceğini belirler.

Bu süreç, hepimize şu temel soruyu sorma fırsatı veriyor: Nasıl bir ekonomi istiyoruz? Sadece rakamsal istikrarı, sosyal maliyeti ne olursa olsun önceleyen bir ekonomi mi? Yoksa istikrarı sağlarken, yükü adil dağıtan, üretimi ve verimliliği odağına alan, insanını koruyan ve gözeten bir ekonomi mi? Bu sorunun cevabını verecek olan, sadece politika yapıcılar değil, toplumun kendisidir.

YORUMLAR YAZ