Bağımsız denetim, sermaye piyasalarının temel taşıdır. Yatırımcı, kamunun sunduğu veriye değil; o verinin denetlendiğine güvenerek sermaye koyar. Bu nedenle denetim raporları yalnızca teknik doküman değil; aynı zamanda bir güven sertifikasıdır.
Ancak son 25 yılın finansal tarihi, bu güvenin ne denli kırılgan olduğunu göstermeye fazlasıyla yetiyor.
2001 yılında Enron’un bilanço dışı borçlarını gizlediği ortaya çıktığında, işin içinde yalnızca şirket yöneticileri değil, denetim firmasının kendisi de vardı. Arthur Andersen, raporları hazırlarken yalnızca ihmalkâr davranmadı; bazı belgelerin imhasına doğrudan katıldı. O dönem dünyanın en büyük denetim firmalarından biri olarak görülen Andersen, bu olaydan sonra yok oldu.
2020’de patlayan Wirecard skandalı ise farklı bir coğrafyada, aynı sorunun devam ettiğini gösterdi. Şirketin bilançosunda yıllarca görünen 1,9 milyar Euro’nun gerçekte var olmadığı ortaya çıktı. Denetim firması EY, bu paranın Filipinler’deki bankalarda tutulduğunu kabul etti — herhangi bir doğrulama yapmadan. Raporda açık şekilde yer alan bu onay, yatırımcılar açısından yalnızca bir muhasebe hatası değil, sistematik bir güven ihlalidir.
Tüm bu örneklerin ortak noktası, denetim firmalarının aynı zamanda bu şirketlerle ticari ilişki içinde olmasıdır. Denetim hizmeti verirken bir yandan danışmanlık, vergi planlaması, yeniden yapılandırma gibi hizmetler de sunulmaktadır. Bu durum, denetim süreçlerinin tarafsızlığını yapısal olarak imkânsız hâle getirir.
Asıl sorun, bu yapının yasal olmasıdır.
Bir denetim firmasının hem mali raporları onaylaması hem de aynı şirkete gelir yaratıcı hizmetler sunması; çıkar çatışmasını sistematikleştirir. Raporlarda riskli finansal kalemlerin neden ele alınmadığını, denetçinin neden uyarı koymadığını açıklamak için özel bir teoriye gerek yoktur. Cevap basittir: müşteriyi memnun etmek.
Bugün birçok ülkede denetim firmaları üzerinde regülasyon var, ancak bu yeterli değil. Çünkü sorun, kuralları kimin yazdığı değil, bu kurallarla hangi ilişkilerin sürdürüldüğüdür.
Denetim firmaları, sermaye piyasalarının kontrol mekanizması olma görevini yerine getirmek zorundadır. Aksi takdirde denetim, bir teknik süreçten ibaret kalır; yatırımcı ise şirketin değil, denetçinin raporuyla yanıltılmış olur.
Geçmişte yaşananlar bize gösteriyor ki, finansal krizlerin çoğunda yalnızca şirketler değil, onların arkasında sessiz kalan denetçiler de sorumludur.
Ve bir sistem, denetleyenlerin denetlenmediği yerde çürümeye mahkûmdur.