Ben bir çeşmeyim.
Suyum yüzyıllardır akar.
Bir taş ustasının ellerinden doğdum; zamanla şekillendim, yosunla süslendim, sessizlikle olgunlaştım.
Nice kış gördüm, nice bahar…
Güneş beni ısıttı, rüzgâr okşadı.
Ama en çok insanlara baktım.
İlk günlerimde önümde kuyruklar olurdu.
Testisini taşıyan kadınlar, elinde bakracıyla koşan çocuklar…
Kimi su alırdı, kimi içmeden önce bir dua ederdi.
Bir gün, incecik bir kız çocuğu geldi.
Küçüktü. Ellerini gözlerinin önüne kapatıp fısıldadı:
“Çeşme… Ne olur annem ölmesin.”
Ben dilek kabul etmem.
Ama o gün suyum daha serin aktı.
Belki o suyu içen bir annenin ömrü bir gün daha uzamıştır, kim bilir…
Sonra bir asker uğradı bana.
Kırık bir çanakla içti suyu.
Sırtında yırtık bir torba, cebinde bir mektup vardı.
Giderken elini taşlarıma koydu.
“Dönemezsem beni burada hatırla,” dedi.
Ben unutmadım.
Ama o bir daha dönmedi.
Yıllar geçti…
Bir han yapıldı yakınıma.
Ben, hanın sessiz dostu oldum.
Yorgunlar geldiler, içlerini döktüler bana.
Kimi aşkını anlattı, kimi parasızlığını…
Ben hep dinledim.
Suyumla ellerini serinlettim, yüzlerini yıkadım.
Ama ne zaman gece çökse…
Herkes içeri girdiğinde, ben yalnız kaldım.
Gündüz herkese hayat verdim,
Ama gece hep kendime ağladım.
Ben hiçbir yere gidemedim.
Ben sadece bekledim.
Gelip geçenler değişti, hanlar yıkıldı, şehirler büyüdü…
Ben aynı kaldım.
Aynı su, aynı taş, aynı yalnızlık.
Bazen biri gelir hâlâ.
Elini uzatır, susuzluğunu giderir.
Ama göz göze gelmez benimle.
Artık kimse çeşmelere dua etmez.
Artık kimse gözlerini kapatıp dilek dilemez.
Artık insanlar suyu şişede taşır, ama susuzluğunu başka yerlerde arar.
Ben bir çeşmeyim.
Dilekleri olmayan, cevapları olmayan…
Ama geçmişi taşıyan, hatıraları saklayan bir canlı gibiyim.
Kimbilir…
Belki bir gün biri tekrar gelip bana seslenir:
“Sen hep burada mıydın?”
Ben de derim ki:
“Evet. Hep buradaydım.
Ama siz hiç durmadınız.”